LİBERALİZM NEDİR? LİBERALİZMİN DOĞUŞU, KÖKENLERİ, ÇEŞİTLERİ NELERDİR?



LİBERALİZM


“Liberal” terimi, 14. Yüzyıl’dan beri kullanılmaktadır ama çok çeşitli anlamlara gelmektedir. Lâtince liber, özgür insanlar sınıfı, yani ne serf ne de köle olan insanlar anlamındadır. Ayrıca “liberal”, yiyecek ve içecek yardımlarında olduğu gibi cömert anlamında da kullanılmıştır veya sosyal tutumları ifade etmek için, açıklık ya da açık görüşlülüğü ima etmek için de kullanılır.


Çoğu zaman, ısrarla, özgürlük ve tercihle ilgili fikirler ile ilişkilendirildi.


“Liberalizm” teriminin siyasal bir bağlılığı çağrıştırması çok daha sonraları oldu: 19. Yüzyıl’ın ilk yarısına kadar kullanılmadı. İlk kez 1812 yılında İspanya’da kullanıldı. 1840’lar itibariyle bu terim, Avrupa’da ayrı bir siyasal fikir kümesi olarak geniş ölçüde tanındı; ancak, Birleşik Krallık’ta çok daha yavaş bir şekilde yerleşti: 1830’lar boyunca Whigler kendilerini liberaller olarak adlandırmaya başlasalar da Gladstone’un 1868’de görev almasına kadar liberal bir hükümet oluşturulmadı.


Liberal fikirler, Avrupa’da feodalizmin çöküşü ve onun yerine gelişen bir piyasa toplumunun veya kapitalist toplumun bir sonucu olarak ortaya çıktı. Birçok açıdan liberalizm, mutlak monarkların ve arazi sahibi aristokrasinin yerleşik iktidarı ile çatışma hâlindeki büyüyen orta sınıfın özlemlerini yansıtıyordu.


 Liberal fikirler radikaldi: Bu fikirler, temel reformlar hatta zaman zaman devrimsel değişimi talep ediyordu. 17. Yüzyıl İngiliz Devrimi ve 18. Yüzyıl’ın sonlarındaki Amerikan ve Fransız Devrimleri, bu dönemde “liberal” kelimesi siyasî anlamda kullanılmamasına rağmen kolayca fark edilebilen liberal öğeler barındırıyordu.


         Liberaller, “kralların ilâhî hak” öğretisine dayandığı varsayılan monarşinin mutlak iktidarına meydan okumuşlardır. Liberaller mutlakiyetçiliğin yerine anayasal, daha sonra da temsilî demokrasiyi savunmuşlardır.


Liberaller, toprak sahibi aristokrasinin iktisadî ve siyasî imtiyazlarıyla beraber, sosyal konumun “kazara doğum” ile belirlendiği feodal sistemin hakkaniyetsizliğini eleştirmişlerdir.


         Ayrıca, dinde vicdan özgürlüğü hareketini desteklemişler ve yerleşik kilise otoritesini sorgulamışlardır.


19. Yüzyıl, birçok açıdan liberal bir yüzyıldır. Sanayileşme Batı ülkelerinde yaygınlaştıkça, liberal fikirler zafer kazanmıştır. Liberaller, yönetimin müdahalesinden “bağımsız”, sanayileşmiş ve piyasa çerçevesinde işleyen bir iktisadî düzeni savunmuşlardır. Bu düzende, iş dünyasının kâr peşinde koşması ve ülkelerin birbirleriyle serbest ticaret yapmaları mümkün olacaktı. Bu türden bir sanayi kapitalizmi sistemi, 18. Yüzyıl’ın ortalarından itibaren Birleşik Krallık’ta gelişmeye başladı ve 19. Yüzyıl’ın başı itibariyle tam anlamıyla oturdu.


Sanayi kapitalizmi, 20. Yüzyıl’dan bu yana, özellikle de sosyal ve siyasal gelişim özünde Batılı terimlerle tanımlanmaya başlayınca, Asya, Afrika ve Lâtin Amerika’daki gelişmekte olan ülkeleri güçlü bir biçimde cezbetmeye başladı.


Ancak gelişmekte olan ülkelerdeki devletler, liberal kapitalizmin câzibesine karşı bazı dirençlerle karşılaşmaktadırlar. Bunun en önemli nedeni de, bu ülkelerdeki siyasal kültürün bireyden ziyade topluluğu (cemaati) vurgulamasıdır. Böyle durumlarda bu kültürlerin, Batı liberalizminden çok, sosyalizm veya milliyetçilik için daha verimli bir ortam oluşturdukları görülür. 


Japonya’da olduğu gibi, başarıyla tesis edildiği ülkelerde de kapitalizm, bireyci olmaktan çok, kolektif bir nitelik kazanma eğilimine girmiştir. Örneğin Japon sanayisini güdüleyen şeyin, bireysel çıkar arayışı değil de grup sadakâti ve ödevi gibi geleneksel fikirler olduğu görülür.


Batılı siyasal sistemler de liberal fikir ve değerlerle şekillenmiştir. Öyle ki, bu sistemler çoğunlukla liberal demokrasiler olarak sınıflandırılırlar. Bu sistemler, anayasal sistemlerdir. Yani, hükümet iktidarını sınırlama, yurttaş haklarını koruma arayışındadırlar ve siyasal yetkinin rekabete açık seçimlerle elde edilmesi anlamında da temsilidirler.


İbadet özgürlüğü, ifade özgürlüğü, mülkiyet hakkı gibi fikirlerin hepsi liberalizmden türetilmiştir. Bu fikirler Batı toplumlarında öylesine kök salmıştır ki, bunlara yönelik meydan okuma, hatta sorgulama oldukça nâdirdir.


Aslında liberalizm, sanayileşmiş Batı’daki hâkim ideoloji durumundadır. Hatta bazı siyaset düşünürleri, liberalizm ile kapitalizm arasında zorunlu ve kaçınılmaz bir bağ bulunduğunu da iddia ederler. Bu iddia, liberalizmi eleştirenler kadar liberalizm taraftarlarınca da dile getirilir. Örneğin Marksistlere göre liberal fikirler, kapitalist toplumda mülkiyet sahibi “yönetici sınıf”ın iktisadî çıkarlarının yansımasından başka bir şey değildir. Marksistler, liberalizmi “burjuva ideolojisi”nin klasik örneği olarak görürler.


Liberal fikirlerin de diğerleri gibi değişmeden kalması mümkün değildir. 19. Yüzyıl’dan günümüze sanayileşmedeki ilerleme, liberalleri erken dönem liberal fikirleri sorgulamaya, bazı açılardan da gözden geçirmeye sevk etmiştir.


Yurttaşlarının hayatlarına devletin müdahalesinin mümkün olduğunca azaltılması gerektiğini savunan erken dönem liberallerinin aksine; modern liberaller yönetimin, sağlık, konut, ödenek, eğitim gibi hizmetlerin verilmesinden; aynı şekilde ekonominin yönetimi veya en azından regüle edilmesinden sorumlu olması gerektiğine inanırlar.


Bu durum, liberalizm içinde iki düşünce geleneğinin ortaya çıkmasına yol açmıştır: Klasik liberalizm ve modern liberalizm. Bunun sonucu olarak bazı yorumcular liberalizmin, devletin arzulanan rolü konusunda çelişkili inançları benimseyen, tutarsız bir ideoloji olduğunu öne sürerler. 20. Yüzyıl’ın sonundan itibaren de liberalizm, Batı dünyasında artan kültürel ve ahlâkî farklılıkla beraber, dinî fundamentalizm ve ana liberal ilkelere karşı olan birtakım siyasî inançların meydan okumasıyla karşı karşıya gelmiştir. Sonuçta liberaller, bazı fikir ve değerlerini yeniden şekillendirmek, bazı uç örneklerde de liberalizmin tüm halk ve toplumlarda uygulanabilir olup olmadığını sorgulamak durumunda kalmışlardır.


Ancak 20. Yüzyıl boyunca liberalizmi, ahlâkî olarak tarafsız resmetmek moda oldu. Bu anlayış, liberalizmin “iyi” olana değil de “haklara” öncelik verdiği inancında yansımasını buldu.


Başka bir ifadeyle liberalizm; insanların ve grupların kendi tanımladıkları iyi hayat her ne ise peşinden gidebilecekleri koşulların tesis edilmesi mücadelesini verir ama bunu yaparken, iyinin ne olduğuna ilişkin özel bir nosyonu desteklemeye çalışmaz veya bu yönde reçeteler sunmaz. Bu açıdan liberalizm, salt bir ideoloji değil, “meta-ideoloji”dir. Yani, siyasal ve ideolojik tartışmanın yer alabileceği zeminleri oluşturan kurallar bütünüdür.

Liberalizm bir taraftan açıklık, tartışma ve kendi kaderini tayin hakkını önemserken, diğer yandan, ayırt edici niteliklerinden biri de güçlü bir ahlâkî hamle olmasıdır. Liberalizmin ahlâkî ve ideolojik tutumu, kendine özgü değer ve inanç kümesine teslimiyetle açığa çıkar. Bu değerlerin en önemlileri şunlardır:
         Birey
         Özgürlük
         Akıl
         Adâlet
         Hoşgörü ve farklılık


Liberalizmin Temel Unsurları Birey


Feodal dönemde kendine ait çıkarları olan ya da kişisel ve özgün kimliklere sahip bireyler anlayışı neredeyse yoktu. Daha ziyade insanlar, ait oldukları sosyal grupların üyeleri olarak görülürlerdi: Aile, köy, yerel cemaat veya sosyal sınıf. Bu insanların hayatları ve kimlikleri büyük oranda bu grupların nitelikleriyle belirlenirdi ve kuşaktan kuşağa çok küçük bir değişim gösterirdi.


 Ancak gittikçe büyüyen piyasa yönelimli toplumlar feodalizmin yerini aldıkça, bireyler, çok daha geniş tercih ve sosyal imkânlar dizisiyle karşı karşıya geldiler. Belki de ilk kez kendileri için, kişisel terimlerle kendileri üzerinde düşünme cesaretini elde ettiler. Örneğin ailesi, her zaman aynı toprak parçası üzerinde yaşamış ve çalışmış olan bir serf “özgür insan” oldu ve kim için çalışacağını tercih etme becerisini; belki de toprağı tamamen terk edip, büyüyen kasaba veya kentlerde iş arama fırsatını elde etti.


Feodal hayatın ana dayanakları çöktükçe, yeni bir entelektüel iklim oluştu. Rasyonel ve bilimsel açıklamalar tedricen geleneksel dinî teorilerin yerini aldı ve toplum, her geçen gün bireyin bakış açısından anlaşılmaya başlandı. Bireylerin, kişisel ve ayırt edici özelliklere sahip olduğu düşünüldü: Her bireyin özel değeri vardır .
Bireyin önceliğine inanma, liberal ideolojinin tipik temasıdır.


İnsan doğası ister bencil olarak, isterse diğerkâm olarak tasavvur edilsin; liberaller, her bir kişinin kendi potansiyelini tam olarak geliştirme yeteneğine sahip olduğu bir toplumu yaratma arzusu etrafında birleşirler.

Özgürlük


Liberaller için bireysel özgürlük, (burada hem özgürlük [freedom] hem de serbesti [liberty] kelimesi birbiri yerine kullanılabilir) üstün siyasî değerdir ve liberal ideolojide birçok açıdan birleştirici unsurdur. İlk dönem liberallere göre özgürlük, doğal bir haktı; gerçek bir insanî varoluşu sürdürmek için zorunlu bir gereksinimdi. Ayrıca özgürlük bireylere, tercih marifetiyle kendi çıkarlarını gözetme fırsatı da tanır: Nerede yaşayacağının, kim için çalışacağının, neyi satın alacağının vs. tercihi. Liberaller daha sonra özgürlüğü, insanların beceri ve yeteneklerini geliştirip, potansiyellerini gerçekleştirebilecekleri yegâne koşul olarak görmüşlerdirAncak liberaller, bireyin mutlak anlamda özgürlük hakları olduğunu kabul etmezler. Özgürlük sınırsız olduğunda, bir “ruhsat”a, diğerlerini taciz etme hakkına dönüşebilir.


John Stuart Mill, bireylerin mutlak özgürlük kullanacakları “kendileriyle ilgili” eylemler ile diğerlerinin özgürlüklerini kısıtlayabilecek ya da onlara zarar verebilecek “diğerleriyle ilgili” eylemler arasında net bir ayrım yapar. Mill, birey üzerinde, kişinin kendisine fiziksel veya ahlâkî olarak zarar vermesini engellemek üzere tasarlanmış olsalar bile hiçbir kısıtlamayı kabul etmez. Bu türden bir görüşe göre örneğin, otomobil sürücülerinin emniyet kemeri takmalarını veya motosiklet kullanıcılarının kask takmalarını zorunlu kılan yasalar veya bir bireyin ne okuyacağını ya da dinleyeceğini sınırlayan her tür sansür kabul edilemez niteliktedir.


Erken dönem veya klasik liberaller özgürlüğün, kişinin kendi başına bırakılmasına, müdahaleden bağımsız ve tercih ettikleri şekilde hareket etme becerilerine dayalı olduğuna inanırlar. Bu özgürlük kavramlaştırması “negatiftir”; yani, birey üzerinde dışsal bir kısıtlama veya zorlamanın olmadığı zaman söz konusu olabilir.

Modern liberaller ise daha “pozitif” bir özgürlük kavramlaştırmasını benimserler. Bu, Berlin(ingiliz düşünce tarihçisi) tarafından kişinin kendisinin efendisi olma becerisi, özerk olma olarak tanımlanır. Kişinin kendisinin efendisi olması, bireyin, beceri ve yeteneklerini geliştirebilmesini, anlayışını genişletmesini ve potansiyelini kullandığı için de memnuniyet duymasını gerektirir.


Akıl

Liberalizm, tam anlamıyla hâlâ Aydınlanma projesinin bir parçasıdır. Aydınlanma’nın ana teması, insanın bâtıl inanç ve cehalet bağlarından kurtulup, bir “akıl çağı”nın salıverilmesi arzusuydu.


Belli başlı Aydınlanma düşünürleri arasında Jean-Jacques Rousseau ,Immanuel Kant, Adam Smith. ve Jeremy Bentham vardır.


Aydınlanma rasyonalizmi, liberalizmi birçok açıdan etkilemiştir. En başta, hem özgürlüğe hem de bireye olan inancını güçlendirmiştir. İnsanlar, rasyonel düşünen varlıklar olmaları derecesinde, kendi çıkarları için en iyinin ne olduğunu tanımlama ve onun peşinden gitme yeteneğine sahip olurlar. 


Rasyonalizm, dünyanın rasyonel bir yapısı olduğu ve bu yapının insan aklı ve eleştirel soruşturmayla ifşa edilebileceği inancıdır.


Liberaller, insanları, aklın rehberliğindeki yaratıklar olarak görme çerçevesinde, insan doğası hakkında genellikle iyimser bir görüşe sahip olsalar da, insan mükemmelliği şeklindeki ütopik amentüyü nâdiren desteklerler. Çünkü liberaller, bencil çıkarı ve bencilliğin gücünü kabul ederler. Bunun kaçınılmaz sonucu da rekabet ve çatışmadır. Bireyler kıt kaynaklar için mücadele ederler; iş dünyası kâr artırmak için rekabet eder; devletler güvenlik veya stratejik avantaj için çarpışırlar vs. Liberal tercih bu çatışmaların kesinlikle, tartışma ve müzakere yoluyla giderilmesi tarafındadır.


 Aklın en büyük avantajı, çatışan iddia ve taleplerin değerlendirilebileceği bir zemin sunmasından kaynaklanır –bu iddialar analizler karşısında durabiliyor mu? Bu iddialar “makûl” mü? Bunun yanında akıl, çatışmaların barışçı yollardan çözümlenmemesinin ortaya çıkaracağı maliyeti, yani şiddeti, kan dökmeyi ve ölümü de gözler önüne serer. Tüm bunlardan dolayı liberaller, zor kullanma ve saldırganlığa başvurmayı onaylamazlar; örneğin savaş her zaman, gündeme getirilecek son çare olarak görülür. Şiddet, sadece aklın iflâsının bir göstergesi değil, aynı zamanda irrasyonel olan kan şehveti ve kendi başına bir amaç olarak iktidar arzusunun da salıverilmesi demektir. Liberaller, güç kullanımının sadece nefsî müdafa durumunda veya baskıya karşı koyma aracı olarak haklılaştırılabileceğine inanırlar.


Adâlet


Adâlet herkese, “gereken” ne ise onun verilmesiyle ilgilidir. Dar anlamda sosyal adâlet, toplumda ücret, kâr, konut, tıbbî bakım, sosyal yardım vs. gibi ödül ve nimetlerin paylaştırılması demektir.


Liberal adâlet teorisi, çok çeşitli alanlardaki eşitlik inancına dayanır. Her şeyden önce bireycilik , temel bir eşitliğe teslimiyeti ifade eder. Her bireyin eşit ahlâkî değerde olduğu anlamında, tüm insanların eşit olarak “doğdukları” kabul edilir. Doğal haklar veya insan hakları nosyonunda içkin olan fikir de budur. İkinci olarak, temel eşitlik, biçimsel eşitlik inancını da bünyesinde barındırır. Buna göre tüm bireyler, özellikle hak dağılımı açısından toplumda aynı biçimsel statüden faydalanmalıdırlar.


Sonuçta liberaller; cinsiyet, ırk, renk, inanç, din ya da sosyal arka plan gibi etkenler temelinde bazılarının sosyal imtiyaz veya avantajlardan yararlanıp diğerlerinin ise dışlanmasına şiddetle karşı çıkarlar


Haklar; erkekler, beyazlar, Hıristiyanlar veya zenginler gibi hiçbir grubun tekeline verilmemelidir. Biçimsel eşitliğin en önemlileri yasal eşitlik ve siyasî eşitliktir.


Yasal eşitlik, “hukuk önünde eşitliği” vurgular ve yasal çerçeveyle ilgili olmayan tüm etkenlerin, kesinlikle yasal karar alma süreciyle ilgili olmadığını ısrarla belirtir.


Siyasî eşitlik ise “tek kişi, tek oy; tek oy, tek değer” fikrinde içkindir ve demokrasiye yönelik liberal sadakâtin temelini oluşturur.


Üçüncü olarak liberaller, fırsat eşitliği inancını benimserler. Her bir bireyin toplumda yükselişi ve düşüşüyle ilgili eşit şansı olmalıdır. Liberaller, sosyal eşitliği arzulanabilir bir şey olarak görmezler, çünkü insanlar aynı doğmamıştır. Her insanın farklı yetenek ve becerileri vardır ve bazıları, diğerlerinden çok daha fazla çalışmaya hazırdır.


Liberaller, liyakatin, becerinin ve çalışma arzusunun ödüllendirilmesi gerektiğine inanırlar. Aslında liberallere göre, eğer insanlar doğuştan getirdikleri becerileri geliştirme ve potansiyellerini gerçekleştirme güdüsüne sahip iseler, bu ödüllendirme gereklidir.
Bir liberal için eşitlik, bireylerin sahip oldukları eşit olmayan beceri ve yeteneklerini geliştirmek için eşit fırsata sahip olmaları demektir.


Hoşgörü ve Farklılık


Hoşgörü, müsamaha, insanların bizim onaylamadığımız bir şekilde düşünme, konuşma ve eylemlerde bulunmalarına göz yumma istekliliği demektir. Bu, Fransız yazar Voltaire’in (1694-1778), “Söylediğin şeyden iğreniyorum ama senin bunu söyleme hakkını ölümüne savunacağım” ifadesinde yer almıştır.


Hoşgörü, hem etik bir ideal hem de sosyal bir ilkedir. Hoşgörü, bir yandan kişisel özerklik amacını temsil ederken, diğer yandan da insanların birbirlerine nasıl davranmaları gerektiğiyle ilgili kurallar koyar.


Hoşgörünün liberal yorumu, John Milton (1608-1674) ve John Locke gibi yazarların, din özgürlüğünü savunma teşebbüsleriyle 17. Yüzyıl’da ortaya çıkmıştır. Locke, A Letter Concerning Toleration (Hoşgörü Üstüne Bir Mektup, [1689] 1963) adlı yazısında şöyle bir akıl yürütmeye başvurur: Yönetimin gerçek işlevi hayatı, özgürlüğü ve mülkiyeti korumak olduğundan, böyle bir yönetimin “insanların ruhunun muhafazası”na burnunu sokma hakkı yoktur. Bu anlayış, liberaller için hayatî önem taşıyan “kamusal” ve “özel” hayat alanları ayrımına ışık tutar. Hoşgörü, özel alan olarak görülen zeminlerdeki tüm meseleleri kapsayacak şekilde genişletilmelidir. Ahlâkî meselelerle ilgili olan din gibi alanlar, tamamen bireye terk edilmelidir. Sonuçta hoşgörü, negatif özgürlüğün teminatıdır.







Özgürlüğümüz, diğerlerinin ona tacizden alıkonmalarını gerektirir ve bunun karşılığında da diğerlerinin özgürlüğü, bize karşı teminat altında olmalıdır. Geleneksel olarak liberaller, böylesi bir korumanın ancak toplumdaki tüm birey ve grupları kısıtlama yeteneği olan egemen bir devlet tarafından sağlanabileceğine inanırlar. Bundan dolayı özgürlük, John Locke’un da belirttiği gibi sadece “hukukun boyunduruğu”nda varolabilir; “hukuk olmayan yerde, özgürlük de olmaz.”


Liberallere göre, bireyin devlete karşı siyasal yükümlülüklerini açıklayan bu teoriler, Thomas Hobbes (bkz. s. 88) ve John Locke gibi 17. Yüzyıl düşünürleri tarafından geliştirilmişlerdir. Hobbes ve Locke, devletsiz bir toplumda, “doğa durumu” olarak adlandırdıkları dönemde, yani yönetim oluşmadan önceki devirde hayatın neye benzediğine ilişkin bir tablo çizerler. Bireyler bencil, tamahkâr ve iktidar arayışında olduklarından, doğa durumunun tipik özelliği, herkesin herkesle sonu gelmez bir iç savaş hayatasıdır. Böyle bir durumda insan hayatı, Hobbes’un ifadesiyle, “yalnız, sefil, iğrenç, hayvanî ve kısa” olacaktır.

Hobbes ve Locke’un iddiasına göre, bunun bir sonucu olarak, rasyonel bireyler egemen bir yönetim oluşturmak üzere bir anlaşmaya, “toplumsal sözleşme”ye varırlar. Bu egemen yönetim olmaksızın düzenli ve istikrarlı bir hayat mümkün olamaz. Tüm bireyler, bir hukuk sistemi oluşturmak adına özgürlüklerinin bir kısmını feda etmenin onların menfaatine olduğunu fark ederler; aksi taktirde, hakları, dahası hayatarı süreklilik arz eden bir tehdit altında olacaktır. Hobbes ve Locke, bu “sözleşme”nin tarihsel bir kurgu olduğunun farkındaydılar. Zaten toplumsal sözleşme iddiasının birinci amacı, egemen bir devletin birey için önemini gözler önüne sermektir. Başka bir ifadeyle Hobbes ve Locke, bireylerin, sadece bir devletin sağlayabileceği güvenliğe minnettar kalarak ve de yönetimle beraber hukuka saygı duyarak bu tarihsel kurgu sanki gerçekmiş gibi davranmalarını dilemektedirler.


Toplum sözleşmesi teorisi özelde devlete, genelde de siyasal otoriteye yönelik çok sayıdaki liberal tutumu somutlaştırmıştır. Bu teori öncelikle, siyasal otoritenin “aşağıdan” yukarıya doğru olduğu izlenimini vermektedir. Devlet, bireyler tarafından bireyler için oluşturulur ve bu bireylerin ihtiyaçları ile çıkarlarına hizmet etmek için varolur. Yönetim, yönetilenlerin rızası veya sözleşmesinden doğar. Bu, yurttaşların tüm yasalara karşı mutlak bir yükümlülüklerinin ya da her türden yönetim biçimini kabul etme zorunluluklarının olmadığı anlamına gelir. Yönetim, yönetilenlerin yaptığı bir sözleşmeye dayanıyorsa, bizatihi yönetimin kendisi sözleşmenin şartlarına uymayabilir. Yönetimin meşruluğu kaybolduğunda, insanlar başkaldırma hakkına sahip olurlar.


Bu ilke, Two Treaties of Government (Hükümet Üzerine İki İnceleme, [1690] 1962) adlı eserinde Locke tarafından geliştirilmiş ve 1688 Şanlı Devrim’ini haklılaştırmak üzere kullanılmıştır. Bu devrimle Britanya’da II. James tahttan indirilmiş ve William ile Marry’nin idaresinde anayasal bir monarşi kurulmuştur. Aynı anlayış, Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi’nde Thomas Jefferson (bkz. s. 62) tarafından da dile getirilmiştir. Bu bildirgeye göre, yönetim mutlak bir despotizme dönüştüğünde, “halkın bu yönetimi değiştirme veya ortadan kaldırma hakkı vardır.”


İkinci olarak, toplum sözleşmesi teorisi devleti toplumda tarafsız bir hakem olarak resmeder. Devlet, kitleleri sömürmek isteyen ayrıcalıklı elit tarafından değil, tüm halkın taraf olduğu bir sözleşmeyle meydana getirilir. Bundan dolayı devlet, tüm yurttaşların çıkarlarını somutlaştırır ve bireyler ya da gruplar arasında çatışmalar söz konusu olduğunda tarafsız bir hakem olarak harekete geçer.


Örneğin bireyler, diğerleriyle yaptıkları sözleşmeleri çiğnerlerse devlet, “oyunun kuralları”nı gündeme getirir ve sözleşmenin şartlarını uygulamaya koyar. Tabiî ki bunu yaparken sözleşmenin tüm taraflarının bu sözleşmeye gönüllü olarak katılımlarının ve her şeyi tam olarak bilmelerinin sağlanması gerekir. Böyle bir hakem için zorunlu olan özellik ise eylemlerinin tarafsız olması veya böyle görülmesi gerekir. Sonuçta liberaller devleti, toplumda rekabet hâlindeki birey ve gruplar arasındaki tarafsız hakem olarak görürler.




Liberaller devletin gerekliliğine inanmışlarsa da, onun bünyesinde barındırdığı tehlikelerin de farkındadırlar. Liberallerin bakış açısına göre, bütün devletler birey karşısında potansiyel zorbadır. Bu görüş bir yandan, devletin iktidarı kullanması ve dolayısıyla, bireysel özgürlüğe dâimî bir tehdit yöneltmesi üzerine kuruluyken; diğer yandan da liberallere özgü iktidar korkusunun bir yansımasıdır. İnsanoğlu kendi kendini gözeten bir yaratık olduğundan, iktidarı –başkalarının davranışlarını etkileme becerisi– ele geçirdiğinde bu iktidarı doğal olarak diğerlerinin pahasına kendi menfaati için kullanacaktır. Basitçe ifade etmek gerekirse, liberallere göre, bencillik artı iktidar yozlaşmaya eşittir. Bu anlayış, Lord Acton’un meşhur uyarısında şöyle yer alır: “İktidar yozlaştırır; mutlak iktidar mutlaka yozlaştırır” ve Acton şu sonuca varır: “Büyük adamlar, neredeyse her zaman kötü adamlardır.” Bunlardan dolayı liberaller, keyfî yönetim korkusu taşırlar ve sınırlı yönetim ilkesini benimserler. Yönetim, anayasal sınırlamaların konması ve bir sonraki bölümde ele alınacak demokrasiyle sınırlandırılabilir, uysallaştırılabilir veya evcilleştirilebilir.


Anayasa, yönetimin çeşitli kurumları arasındaki görev, yetki ve işlevleri tahsis etme arayışındaki kurallar kümesidir. Bundan dolayı anayasa, yönetimin bizatihi kendisini yöneten kuralları oluşturur. Aslında anayasa tam anlamıyla hem yönetim iktidarının boyutlarını tanımlar hem de bu iktidarın kullanımını sınırlar. Anayasalcılığa yönelik desteğin iki biçimi vardır. Birincisi, yönetsel organların ve siyasetçilerin iktidarı, dışsal ve genellikle de yasal mecburiyetlerin devreye sokulmasıyla sınırlandırılabilir. Bunlardan en önemlisi, yazılı anayasa olarak bilinen anayasalardır. Bu anayasalar, tek bir yetki belgesi içinde yönetsel kurumların sorumluluklarını ve ana yetki dağılımını yasal bir düzene bağlar. Sonuçta yazılı bir anayasa, “üst” yasayı oluşturur.


İkinci olarak, anayasalcılık, siyasî iktidarı, belli başlı kurumlar arasında dağıtan ve bir “denge ve fren” şebekesi oluşturan içsel sınırlamaların devreye girmesiyle tesis edilebilir. Fransız siyaset felsefecisi Montesquieu’nun (1689-1775) da belirttiği gibi, “iktidar, iktidarın gemi, freni olmalıdır.” Liberal niteliği olan tüm siyasî sistemler bir ölçüde içsel parçalanma sergilerler. Bu da ancak, bizatihi Montesquieu tarafından öne sürülen güçler ayrılığı öğretisinin uygulanmasıyla mümkün olur. Bu öğretiye göre, yönetimin yasama, yürütme ve yargı iktidarı üç bağımsız kurum tarafından kullanılmalıdır. Böylece tüm birey veya küçük grupların diktatörvâri bir şekilde iktidarı ele geçirmesi engellenecektir.


Örneğin ABD’deki başkanlık sistemi Kongre, Başkanlık ve Yüksek Mahkeme arasındaki katı güçler ayrılığına dayanır. Yargının bağımsızlığı ilkesi, tüm liberal demokrasilerde saygı görür. Yargı, hem anayasal hem de yazılı hukukun anlamını yorumladığından ve bundan dolayı da bizatihi yönetimin yetkilerini gözden geçirdiğinden bireyi devlete karşı koruyacaksa, biçimsel bir bağımsızlığa sahip olmalı ve siyasî açıdan tarafsız kalmalıdır.


Yönetsel iktidarı parçalayan diğer aygıtlar kabine hükümeti (başbakanın gücünü frenler), parlâmenter hükümet (yürütme organının gücünü frenler), iki-meclislilik (her bir yaama organının gücünü frenler) ve federalizm, yetki devri, yerel yönetim (merkezî yönetimin gücünü frenler) gibi bölgesel bölünmelerdir.





Demokrasi” teriminin kökleri, Antik Yunan’a kadar uzanır. Sonu “krasi” ile biten diğer kelimeler gibi demokrasi de Yunanca iktidar veya yönetme anlamına gelen kratos kelimesinden türemiştir. Demokrasi, “demos tarafından yönetim”i ifade etmektedir. Burada demos, başlangıçta “yoksullar”ı veya “halk yığını”nı ima eden halk anlamına gelmektedir.


Üzerinde hemfikir olunmuş, tartışmasız bir demokrasi tanımı yoktur; birbiriyle çekişen birtakım tanımlar vardır. Bundan dolayı, tek bir demokratik yönetim modeli söz konusu değildir, aksine rekabet hâlinde birtakım uyarlamalar söz konusudur

Tarihsel olarak, bu uyarlamaların en başarılısı liberal demokrasi olmuştur. 20. Yüzyıl itibariyle liberal demokrasinin, güçlü rakiplerini alt ettiği görülür. Ancak liberal demokratik siyasal sistemler melez bir nitelik arz eder: Bu sistemler, iki farklı özelliği bünyesinde barındırır; birisi liberal, diğeri de demokratik niteliktir. Liberal öğe, sınırlı yönetime olan inancı, demokratik öğe de halkın yönetimine bağlılığı yansıtır. Bir demokrasi modeli olarak liberal demokrasinin üç ana özelliği vardır:


Liberal demokrasi, temsilî ve dolaylı demokrasi biçimidir. Siyasî iktidar, biçimsel eşitlik temelinde –“tek kişi tek oy; tek oy tek değer”– gerçekleştirilen düzenli seçimlerdeki başarıyla elde edilir.


Bu demokrasi, rekabet ve seçim tercihine dayalıdır. Bu, geniş oranda çatışan inançlara, sosyal felsefelere, rekabet hâlindeki siyasî hareketlere ve partilere hoşgörü anlamına gelen siyasî çoğulculukla  temin edilir.


Bu demokrasinin belirgin özelliği, devlet ile sivil toplumun arasına belirgin ayrım koymasıdır. Bu durum, iktisadî hayatın kapitalist veya piyasa örgütlenmesiyle, özerk çıkarlar ve grupların varlığıyla ve de yönetsel iktidar üzerindeki içsel ve dışsal frenler aracılığıyla muhafaza edilir.


19. Yüzyıl’da liberaller, demokrasiyi genellikle tehditkâr veya tehlikeli bir şey olarak görmüşlerdir. Bu açıdan, 19. Yüzyıl liberalleri, demokrasiyi, erdem ve mülkiyet pahasına sürülerin yönetim sistemi olarak gören Platon ve Aristoteles gibi daha önceki siyasî teorisyenlerin görüşlerini tekrarlamışlardır. Ana liberal hassasiyet, demokrasinin bireysel özgürlüğün düşmanına dönüşebilmesi ihtimâlidir. Bu hassasiyet de, “halk”ın tek başına bir varlık olmaması, daha ziyade, farklı fikir ve çatışan çıkarlara sahip olan bir birey ve grup toplamı olması gerçeğinden doğar. Çatışma için sunulan “demokratik çözüm”, sayılara başvurma ve çoğunluğun yönetimi ilkesinin uygulanmasıdır. Yani “çoğunluğun veya en yüksek sayıdakilerin iradesi azınlığın iradesi üzerinde hâkim olmalıdır” ilkesi. Sonuçta demokrasi, %51’in yönetim inisiyatifine kalmaktadır. Fransız siyasetçi ve sosyal yorumcu Alexis de Tocqueville (1805-1859), bu durumla ilgili olarak meşhur “çoğunluğun zorbalığı” şeklindeki tasviri yapmıştır. Bu durumda, bireysel özgürlük ve azınlık hakları halk adına çiğnenebilir. James Madison, 1787’deki Philadelphia ABD Anayasa Kongresi’nde benzer görüşleri açıkça dile getirmiştir. Madison, çoğunluğun zorbalığına karşı en iyi savunmanın bir denge fren şebekesi olacağını öne sürmüştür. Bu şebeke, yönetimi, rekabet hâlindeki azınlıklara karşı duyarlı olmaya ve mülkiyet sahibi azınlığı mülkiyetsiz kitlelerle karşı korumaya sevk edecektir.


Liberaller, demokrasiyle ilgili tereddütlerini sadece çoğunluğun yönetimi tehlikesinden dolayı değil, modern sanayi toplumlarındaki çoğunluğun oluşum biçiminden dolayı da dile getirirler. Örneğin, J. S. Mill’e  göre, siyasal erdemin paylaşımı eşitsizdir ve geniş oranda eğitime bağlıdır. Eğitimsizlerin dar sınıfsal çıkarlara göre hareket etme eğilimi daha fazladır. Aksine eğitimliler, başkalarının iyiliği için tecrübe ve erdemlerini kullanabilirler. Mill, bundan dolayı, seçilmiş siyasetçilerin, seçmenlerinin görüşlerini yansıtmaktan ziyade, kendi adlarına konuşmaları hususunda ısrarcıdır. Mill ayrıca, çoğul nitelikli bir oy sistemi önerisi yapmıştır. Bu sisteme göre, okuma yazma bilmeyenlerin oy hakkı ellerinden alınmalı ve eğitim düzeyi ya da sosyal konumlarına bağlı olarak bazı insanlara bir, iki, üç veya dört oy tahsis edilmelidir. İspanyol sosyal bilimci Ortega y Gasset (1883-1955), La Rebelión de las masas (Kitlelerin İsyanı, 1930) adlı eserinde, bu korkuları daha dramatik bir tarzda dile getirir. Gasset, kitle demokrasisinin ortaya çıkmasının, medenî toplum ve ahlâkî düzenin yıkılmasına yol açtığı uyarısını yapar. Çünkü böylece, kitlelerin en temel içgüdülerine hitap edilerek otoriter yöneticilerin iktidara gelmelerinin önü açılmıştır. 


Ancak 20. Yüzyıl’da, birtakım öğretilere ve iddialara dayalı olsa da liberallerin büyük bir bölümü, demokrasiyi bir erdem olarak görmeye başlamışlardır. Demokrasi için başvurulan ilk liberal haklılaştırma teşebbüsü, rızaya ve yurttaşların kendilerini yönetimin tecavüzlerinden koruyacak araçlara sahip olmaları gerektiği fikrine dayandırılmıştı. 17. Yüzyıl’da John Locke (bkz. s. 54), oy hakkının mülkiyet sahiplerini kapsayacak şekilde genişletilmesi gerektiğini savunarak, sınırlı bir korumacı demokrasi teorisi geliştirmiştir. Çünkü mülk sahipleri, doğal haklarını yönetime karşı ancak bu durumda savunabileceklerdir. Eğer yönetim vergilendirme aracılığıyla mülkiyeti kamulaştırma iktidarına sahipse, o zaman yurttaşlar da vergi koyan organı, yani yasamanın oluşumunu denetleyerek kendilerini koruma hakları vardır. Bu fikir, Amerikan Devrimi boyunca, “Temsil yoksa vergi de yok” sloganında yer almıştır.


Daha radikal bir demokrasi anlayışı ise siyasal katılımın erdemleriyle ilgilidir. Bu anlayış, J.-J. Rousseau’nun  fikirlerini çağrıştırır ama J. S. Mill’in eserlerinde liberal bir yoruma tâbi tutulur. J. S. Mill bir anlamda, demokrasiye karşı liberal tutumun belirsizliğini özetlemektedir. Dizginlenmemiş biçimiyle demokrasi, zorbalığa yol açmaktadır ama demokrasinin yokluğunda da cehalet ve vahşîlik hüküm sürmektedir. Mill’e göre, demokrasinin asıl erdemi, insanî kapasitelerin “en üst düzeyde ve en uyumlu şekilde” gelişimini sağlamasıdır. Yurttaşlar, siyasal hayata katılımla beraber, anlayışlarını geliştirir, hassasiyetlerini güçlendirir ve kişisel gelişimin daha üst düzeylerine ulaşabilirler. Bu türden bir gelişmeci demokrasi anlayışı, demokrasiyi öncelikle eğitimsel bir tecrübe olarak ele alır. Sonuçta Mill, siyasal eşitliği reddetse de, oy hakkının okur yazar olmayanlar hâriç herkesi, zamanla da (dönemine göre radikal bir tutumla) kadınları kapsayacak şekilde genişletilmesi gerektiğini savunmuştur.




Klasik liberalizm, liberal geleneğin ilk dönemlerinde ortaya çıkmıştır. Klasik liberal fikirler, feodalizmden kapitalizme geçiş döneminde gelişmeye başlamış ve 19. Yüzyıl’daki sanayileşme sürecinin başlarında yüksek bir düzeye ulaşmıştır. Bundan dolayı, klasik liberalizm zaman zaman “19. Yüzyıl liberalizmi” olarak da adlandırılır.


Klasik liberalizmin beşiği, kapitalist ve sanayi devrimlerin en ileri düzeylere ulaştığı ülke olan Birleşik Krallık’tır. Klasik liberalizmin benimsediği fikirler, dünyanın diğer bölgelerine göre Anglo-Sakson ülkelerde özellikle de Birleşik Krallık ve ABD’de daha derin kökleşmiştir.
Klasik liberal fikirler çeşitli şekiller almıştır ama bazı ortak özelliklere de sahiptirler.


Öncelikle, klasik liberaller bencil bireyciliği kabul ederler. Klasik liberaller insanoğlunu, kendi ayakları üzerinde durabilme kapasitesi çok yüksek ve rasyonel olarak bencil çıkarlarının peşinde koşan yaratıklar olarak görmüşlerdir. Bundan dolayı, geniş oranda kendi kendine yeten bireyler toplamından oluşan atomistik bir toplum anlayışı vardır. Bu da, toplumların özelliklerinin insan doğasının daha derinlerinde yatan özelliklere kadar geri götürülebileceği anlamı taşır.

ikinci olarak, klasik liberaller negatif özgürlüğe inanırlar. Birey, başkalarının zorlamasına veya müdahalesine tâbi olmadan yalnız bırakıldığı sürece özgürdür. Daha önce de ifade edildiği gibi, bu anlamdaki özgürlük, birey üzerinde dışarıdan herhangi bir sınırlamanın olmamasıdır.


Üçüncü olarak, en iyi ihtimâlle devlet, Thomas Paine’nin ifadesiyle “zorunlu bir kötü”dür. Devlet, en azından düzenin varlığı için gerekli olan koşulların temelini attığından zorunlu; topluma müşterek bir iradeyi dayatması ve bireyin sorumluluklarıyla özgürlüğünü sınırlaması nedeniyle de kötüdür.


Sonuçta klasik liberaller, Locke’un  kullandığı mecaz ifadeyle “gece bekçisi” gibi çalışan minimal (asgarî) bir devleti onaylarlar. Bu bakış açısına göre, devletin yükleneceği en iyi rol, toplumu dışarıdan gelen saldırılara karşı korumakla beraber, ülke içi düzenin sağlanıp muhafaza edilmesi ve sözleşmelere uyulması için zor kullanmayla sınırlıdır.


Son olarak da klasik liberaller, geniş ölçüde olumlu bir sivil toplum görüşünü benimserler. Sivil toplum, “zorlama alanı” olan devletle mukayese edildiğinde sadece bir “özgürlük alanı” olarak görülmekle kalmaz, aynı zamanda denge ilkesinin yansıması olarak da görülür. Bu, kendi kendini düzenleyen piyasa ekonomisi anlayışına olan liberal inançta açıkça ifadesini bulur.


Tüm bunlarla beraber klasik liberalizm, çeşitli öğreti (doktrin) ve teorilerden yararlanır. Bunlar arasında en önemlileri şunlardır:
         Doğal haklar teorisi
         Faydacılık
         İktisadî liberalizm
         Sosyal Darwinizm
         Neo-liberalizm


Doğal Haklar Teorisi


İngiltere’deki John Locke  ve Amerika’daki Thomas Jefferson gibi 17. ve 18. Yüzyıl’ın doğal haklar teorisyenlerinin liberal ideoloji üzerinde önemli etkileri olmuştur. Modern siyasî tartışma, “haklar”a ve “haklar”a sahip olma iddialarına yapılan göndermelerle doludur. En basit anlamıyla hak, belli bir şekilde faaliyette bulunma veya muamele görme hakkıdır. Bu türden haklar nitelik olarak ahlâkî ya da yasal olabilir.


Locke ve Jefferson’a göre haklar, insanlara doğa veya Tanrı tarafından bahşedilmiş olmaları anlamında “doğal”dır. Doğal haklar günümüzde daha çok, insan hakları olarak adlandırılırlar. Jefferson’un ifadesiyle bu haklar, “devredilemez” niteliktedirler. Çünkü insanlar bu hakları sadece insan olma erdemiyle hak ederler: Yani bu haklar, insandan koparılamaz.


Sonuçta doğal haklar, gerçek bir insanî varoluşu sürdürebilmenin zorunlu koşullarının oluşturulabilmesi çerçevesinde düşünülürler. Locke’a göre, bu türden üç hak vardır: “Hayat hürriyet ve mülkiyet.” Jefferson, mülkiyeti Tanrı vergisi ya da doğal bir hak olarak kabul etmez ve daha ziyade, insanların işini kolaylaştırmak için ortaya konduğunu düşünür. Bundan dolayı Jefferson, Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi’nde devredilemez haklar olarak “hayat, hürriyet ve mutluluk arayışı”na yer verir.
Doğal haklar ya da insan hakları fikri, liberal düşünceyi çeşitli şekillerde etkilemiştir. Örneğin, bu türden haklara verilen ağırlık, Thomas Hobbes (bkz. s. 88) gibi otoriter düşünürleri John Locke gibi ilk dönem liberallerinden ayırır. Daha önce de belirtildiği gibi hem Hobbes hem de Locke yönetimin “toplum sözleşmesi” aracılığıyla oluşturulduğuna inanırlar.


Ancak İngiliz İç Savaşı döneminde yazılan Leviathan ([1651] 1968) adlı eserinde Hobbes, sadece güçlü bir yönetimin, tercihen bir monarşinin toplumda düzen ve güvenliği tesis edebileceğini öne sürer. Hobbes, “doğa durumu”na düşmektense, kralı egemen ya da mutlak bir iktidar yetkisi ile donatmaya hazırdır. Bundan dolayı her yurttaş, her türden yönetim biçimini kabul etmelidir çünkü baskıcı bir yönetim bile yönetimsiz olmaktan daha iyidir.


Tüm bunların çerçevesinde Hobbes, güvenlik ihtiyacını özgürlük arzusundan üstün tutar. Locke ise keyfî ya da sınırsız yönetim anlayışına karşı çıkmıştır. Yönetim, üç temel hak olan “hayat, hürriyet ve mülkiyet”i korumak için kurulur. Bu haklar devlet tarafından korunduğunda, yurttaşlar yönetime saygı duymalı ve yasaya itaat etmelidirler. Bunun tersine, eğer yönetim yurttaşlarının haklarını çiğniyorsa, bunun karşılığında da yurttaşların isyan hakkı vardır. Sonuçta Locke, 17. Yüzyıl İngiliz Devrimi’ni onaylamış ve 1688’de anayasal monarşinin kuruluşunu alkışlamıştır. Liberaller, daha sonraki yüzyıllarda yönetimin baskısına karşı yapılan halk isyanlarını haklılaştırmak üzere bireysel haklar fikrini sıkça kullanmışlardır.


Locke’a göre, ayrıca, devletle yurttaşları arasındaki sözleşme özel ve sınırlıdır: Bu sözleşmenin amacı, tanımlanmış belli başlı doğal haklar kümesinin korunmasıdır. Yani Locke, sınırlı bir yönetim anlayışına sahiptir. Yönetimin meşru rolü, “hayat, hürriyet ve mülkiyet”in korunmasıyla sınırlıdır.
Bundan dolayı, yönetimlerin işlevleri, kamu düzenini muhafaza etmek, mülkiyeti korumak, dışarıdan gelecek saldırılara karşı bir savunma sağlamak ve sözleşmelere uymayı teminat altına almak ile ilgili “minimal” işlevlerin ötesine geçmemelidir. Diğer meseleler ve sorumluluklar, haklı olarak, bireylerin ilgi alanındadır. Thomas Jefferson yüz yıl sonra, “en az yöneten yönetim, en iyi yönetimdir” iddiasıyla aynı duyguyu dile getirmektedir.


Faydacılık


İnsan doğasına ilişkin oldukça etkili alternatif bir teori olarak faydacılık, özellikle Jeremy Bentham ve James Mill tarafından 19. Yüzyıl başlarında ortaya konmuştur. Bentham, haklar fikrini “anlamsız” olarak görmüş ve doğal hakları, “cambaz ayaklıkları üzerindeki anlamsızlık” olarak adlandırmıştır. Bentham, doğal haklar yerine daha bilimsel ve nesnel olduğuna inandığı bir iddia öne sürmüştür. Bu iddiaya göre bireyler, bencil çıkarları tarafından güdülenir ve bu çıkarlar, haz arzusu veya mutluluk ve de elemden sakınma isteği olarak tanımlanabilir .


Her ikisi de fayda açısından hesaba katılır. Bunun da ötesinde fayda ilkesi, aynı zamanda, mutluluğu yüceltme eğilimi çerçevesinde bir eylem, siyasa veya kurumun oluşturulabilmesinin “haklılığı”nı ortaya koyma anlamında ahlâkî bir ilkedir. Her bir birey, eyleminden doğan haz miktarı dairesinde neyin ahlâkî olarak iyi olacağını hesaplayabilecektir; böylece “en yüksek sayıdaki kişinin en üst düzeydeki mutluluğu” ilkesi, bir bütün olarak topluma daha faydalı olacak siyasaların oluşturulmasında kullanılabilir.


Faydacı fikirlerin, liberalizm üzerinde dikkate değer etkileri olmuştur. Bu fikirler özelde, bireylerin eylemlerini nasıl ve neden böyle gerçekleştirdiklerini açıklayan bir ahlâk felsefesi sağlar. İnsanoğlunu rasyonel olarak bencil çıkarları peşinde koşan yaratıklar gibi gören faydacı insan kavramlaştırması, daha sonraki liberal düşünür kuşakları tarafından benimsenmiştir. Ayrıca her bireyin, kendisi için neyin en iyi şekilde çıkarına uygun olduğunu idrak edebileceği düşünülür.


Bu tespit, bireyler adına devlet gibi bazı ataerkil otoritelerce yapılamaz. Bentham, bireylerin kendi tercih ettikleri şekilde haz veya mutluluk elde etmek için faaliyette bulunduklarını öne sürer. Başkaca hiç kimse bireylerin bu mutluluk derecesini veya niteliğini yargılayamaz. Her birey, ona neyin haz verdiğinin yegâne yargıcıysa, o zaman bu birey tek başına ahlâkî olarak neyin doğru olduğunu da tespit edebilir.

liberaller, Benthamcı ilkelerin katı biçimde uygulanmasının, çoğunluğun zorbalığına yol açabileceği kaygısını taşırlar. Öte yandan, “en yüksek sayı” etrafındaki ilgi aynı zamanda, 19. Yüzyıl’ın sonları ve 20. Yüzyıl’ın başlarında sosyalist düşünürlerin neden faydacılığa doğru sürüklendiklerini de açıklamaktadır.


İktisadî Liberalizm


18. Yüzyıl’ın sonları ve 19. Yüzyıl’ın başları, Adam Smith (bkz. s. 65) ve David Ricardo (1770-1823) gibi siyasal iktisatçıların eserleri çerçevesinde klasik iktisat teorisinin gelişimine tanıklık etmiştir. Smith’in The Wealth of Nations (Ulusların Zenginliği, [1776] 1976) adlı eseri, birçok açıdan ilk iktisat ders kitabıdır. Smith, insan doğasına ilişkin rasyonalist ve liberal varsayımlardan oldukça yararlanmış ve sivil toplum içinde devletin arzulanan rolü etrafındaki tartışmalara büyük katkısı olmuştur.


Fiyatları, satışa sunulan malların miktarı ile satın almak isteyen tüketicilerin miktarı çerçevesinde piyasa belirler fikri serbest piyasa mekanizmasına duyulan derin bir inançla ve ekonominin en iyi işlemesinin hükümet tarafından kendi haline bırakıldığında gerçekleşebileceği inancıyla desteklenir.


         Bu bağlamda laissezfaire(bırakınız yapsınlar) kapitalizmi, refahı teminat altına alan, bireysel özgürlüğü destekleyen, liyakata göre bireylerin yükselişine ve düşüşüne izin veren ve sosyal adaleti sağlayan bir sistem olarak görülür.


Serbest piyasa mekanizmasına duyulan derin bir inançla ve ekonominin en iyi işlemesinin hükümet tarafından kendi haline bırakıldığında gerçekleşebileceği inancıyla desteklenir. Bu bağlamda laissezfaire kapitalizmi, refahı teminat altına alan, bireysel özgürlüğü destekleyen, liyakata göre bireylerin yükselişine ve düşüşüne izin veren ve sosyal adaleti sağlayan bir sistem olarak görülür.


Neo liberalizm


Neo-liberalizm,Friedrich Hayek ve Milton Friedman gibi serbest piyasa iktisatçılarının ve Robert Nozick gibi filozofların yazılarında geliştirilen klasik siyasi iktisadın güncelleştirilmiş bir türüdür.


Neo-liberalizmin merkezi ilkeleri piyasa ve bireydir. Başlıca neoliberal hedef ise, regüle edilmeyen piyasa kapitalizminin verimliliği, büyümeyi ve yaygın refahı beraberinde getireceği inancından hareketle, “devletin sınırlarını geri itmek”tir. Bu yaklaşımda devletin “ölü eli” inisiyatifi tüketmekte ve teşebbüs gücünü kırmaktadır.


Kısacası “özel iyidir; kamu kötü”. Bu tür fikirler, Margaret Thatcher’ın “toplum diye bir şey yoktur; sadece bireyler ve aileleri vardır” şeklindeki meşhur iddiasında ifadesini bulan katı bir bireycilikle bağlantılıdır. Dadı devlet, bağımlılık kültürünün kaynağı ve piyasa ortamındaki tercih özgürlüğü olarak anlaşılan özgürlüğün tahripçisi olarak görülür. Onun yerine kendine yardıma, bireysel sorumluluğa ve girişimciliğe duyulan inanç konulur. Bu tür fikirlerin, bazılarınca neoliberal globalleşme olarak görülen globalleşme süreciyle geliştiği yaygın olarak düşünülmektedir.


MODERN LİBERALİZM

Modern liberalizm, devlet müdahalesine daha sempatik bakmasıyla tanımlanır. Aslında ABD’de “liberal” kavramı sürekli olarak, “minimal” hükümeti değil büyük hükümeti destekleyenleri ifade etmek için kullanılır. Bu değişiklik, sanayi kapitalizminin sadece yeni biçimlerde adaletsizlik ürettiğinin ve halk kitlelerini piyasanın kaprislerine tâbi kıldığının kabul edilmesiyle ortaya çıkmıştır.


J. S. Mill’in eserlerinden etkilenen ve Yeni Liberaller olarak anılanlar (T. H. Green (1836-82), L. T. Hobhouse (1864-1929) ve A. J. Hobson (1858-1940) gibi isimler) daha geniş, “pozitif” bir özgürlük görüşünün bayraktarlığını yapmışlardır. Bu yaklaşımda özgürlük, aç kalma özgürlüğünden fazla bir şeyi ifade etmeyebilecek olan, sadece kendi haline bırakılma anlamına gelmez. Daha ziyade, kişisel gelişimle ve bireyin başarılı olmasıyla bağlantılıdır; yani bireyin kendisine yeterli hale gelmesini sağlama yeteneğiyle ve onun kendisini gerçekleştirmeye ulaşmasıyla bu görüş sosyal liberalizm veya refah liberalizmi için temel oluşturur. Bu da devlet müdahalesinin tanınmasıyla, özellikle bireysel varoluşu çürüten sosyal kötülüklerden bireyi koruyarak özgürlüğü genişletebilecek olan sosyal refah biçimindeki müdahalelerin tanınmasıyla tasvir edilir. Bu kötülükler İngiltere’de 1942 yılındaki Beveridge Raporunda “beş dev” olarak teşhis ediliyordu. Bunlar, fakirlik, cehalet, işsizlik, bakımsızlık ve hastalıktı.
   

Aynı şekilde modern liberaller, laissezfaire kapitalizmine ilişkin inançlarını terk ettiler. Bu durum büyük ölçüde J. M. Keynes’in, büyüme ve refaha sadece yönetilen veya regüle edilen bir kapitalizmle ulaşılabileceğine ve anahtar iktisadi sorumlulukların devletin eline bırakılması gerektiğine dair fikirlerinin bir ürünüydü. Bununla birlikte modern liberallerin kolektif önlemlere ve hükümet müdahalesine verdikleri destek daima şartlı olmuştur. Onların kaygısı zayıf ve kırılgan olanın, gerçekten de kendisine yardım etmeye muktedir olmayanın içinde bulunduğu kötü durumla ilgilidir. Hedefleri, her şeyden önce bireyleri içinde bulundukları durumun gerektirdiği sorumlulukları almaya ve kendi ahlaki tercihlerini yapmaya muktedir kılacak noktaya yükseltmektir. Liberalizmin ilkelerini refah ve yeniden dağıtım siyasetiyle uzlaştırmaya ilişkin en etkili modern girişim John Rawls  tarafından gerçekleştirilmiştir.

Siyasetvakti Ansiklopedisinden Alınmıştır.

http://www.siyasetvakti.com/forum/index.php?Id=46287&alt_id=100383

Yorumlar